Bazı insanların ruhu gezmeyi çok sever.
Duramaz yerinde.
Onu bir yerde tutabilmek için ne yapsanız boştur, o illa ki bir yolunu bulur ve kaçar.
İlgisini çekecek bir şey bulduğunuzu düşünüp onu yakaladığınızı düşündüğünüzde de sizi yanıltmayı başarır çünkü ilgisini de aynı yerde toplayamaz. Toplasa bile bunu devam ettiremez.
Bir bakıma eğlenceli görünen bu gezme/gezinme hali diğer yandan hayli yorucudur da.
Özellikle de ruhu bu kadar gezginken bedeni tam olarak bir yere sabitlenmişse…
Beklemesi gerekir.
Bekleyemez.
Beklemesi gereken durumlar olur.
Bekleyemez.
Sadece beklerse olabilecek iyi bir şey için kendine söz verir; bu sefer kesin!
Bekleyemez.
Süreyi tamamlayabilmek için eline kitap alır, onu okumaya çalışır. Bu konuda başarılı olursa neden beklediğini unutur.
Unutmak demişken, kendi adı dahil pek çok şeyi -her şeyi diyeceğim ama abarttım sanacaksınız- unuttuğunu; yıllardır tanıdığı arkadaşına sakince “Adın neydi?” diye sorabileceğini, şifrelerini hatırlamaya çalıştığı için yorulduğunu bunun için bir defter -peki hangisi- tuttuğunu ama çoğunlukla onu da bulamadığını, çay olsun diye beklerken çaydanlığa çay koymadığını çok sonra fark ettiğini, arkadaşına kitap hediye ederken onun mutlaka fotoğrafını çekmeyi hatırlamaya çalışmasını aksi takdirde “Bu kitap çok güzelmiş.” Diye yorum yaptıklarında “Hangi kitap?” diye soracak cesareti olamayabileceğini, acil bir malzeme için markete koşarak gidip daha içeri girerken aslında oraya ne için gittiğini hiç bilemeyeceğini ve boş boş gezip çıkabileceğini ve bu örneklerin buraya sığamayacak kadar çok olduğunu ancak bunları da hatırlamayacağını düşünün.
Biraz yorulduk mu?
Üçüncü tekil şahısta biraz daha kalabilirdim aslında ama birinci tekil şahıs ile yolculuğuma devam edeceğim.
Çünkü bu, benim yolculuğum.
Mazisini tam bilemesem de hep o dalgın, dağınık, unutkan, sıkılgan şahıs benim.
Bunun bir adı olduğunu bilmeden 38 yaşıma kadar geldim. (Az kaldı bu arada 39 olmama, araya reklam sıkıştırmış olmayayım ama.)
İlkokula 5.5 yaşında başladığım ve herhangi bir kreş / ana okulu geçmişim olmadığı için matematiği anlamıyorum sandım uzun yıllar.
Biri uzun, karışık cümleler kurmaya başladığında ilk cümlelerden sonrasını takip edemedim, bunu da sıkılganlığıma bağladım. İş hayatında çok zorlandığım zamanlar oldu, yanımda hep kağıt kalem taşısam ve anlamadan da olsa işittiklerimi not etsem de işin içinden çıkamadığım ve bunun için kendimi suçladığım çok zaman oldu: Ne kadar beceriksizsin!
Oyun oynayamam mesela. Tombala uzun sürerse bırakıp gidebilirim. Gidemiyorsam kaşınabilir hırçınlaşabilirim. Talimat ve yönergeleri okuduğumda anlayamıyorum. Bunu itiraf etmem uzun zaman aldı. Kitapları, okumayı bu kadar severken okuduğum herhangi bir şeyi anlamamayı – Türkçe yazıyor yahu! – kendime yediremiyordum. Bu konuda eşim hep çok destek oldu. Yanımızda başkaları varsa kimseye çaktırmadan bana oyunu benim anlayabileceğim haliyle anlattı. (Bu satırları okuma ihtimalin yok ama bu yaptığın bana çok şey kattı: özgüven mesela. )
Kreşe ya da anaokuluna gitmediğim için el becerilerimin olmadığını sandım hep. Oysa makaslı yapıştırmalı bir şeyleri ne kadar sevsem de kısa sürede sıkılıyordum onlardan. Hepsini kaldırıp atasım geliyordu. Bu konuda şu an çocuklarımdan destek alıyorum. Onlar bunun sebebini tam bilemese de.
Mutfak konusuna geçeyim mi artık? Şu hayatta en en en zorlandığım yerlerden biridir mutfak. Çok bilinmeyen var ve ben hiçbir zaman sadece bir şeyi yapmayı başaramam. Başaramadım. Yemek yapacaksam sırayla yapamam. Çorba malzemelerini ayarladıysam onları pişmeye koymadan mutlaka diğer yemeğin alakasız bir aşamasına geçmişimdir. Aaa yağ mı bitti? Yağlarla boğuşurum. Az kaldığını mı gördüm? Hemen telefonu alır ucuz yağ arayışına girerim. Sonra bir gurultu sesi gelir midemden. Ah derim telefonda ne işim var, yemek hazırlasam iyi olur.
Ve perde!
Zaten yemek yapmaya başladığımı orada görür ve şok olurum. Ne ara? Ne ara başladım ben bunları yapmaya ve neden tamamlamadım? Kendimi salak hissettiğim çok zaman olmuştur. Beceriksizlikten salaklığa terfi etmek de özgüveni epey etkiler bu arada. Yaşamadıysanız bu terfiyi diye söylemek istedim.
Mutfağa geri dönüyorum hemen. Mesela patates soymak ne kadar karmaşık bir işlem olabilir? Hangi yemek için nasıl doğranıyordu ve ben bunu nasıl sürdürebilirim? Yani üç patates soymam gerekirse ilkini küp doğrayıp kalanı ince uzun doğramayacağımın garantisi yok ki! Geçen ay şöyle bir alet aldım. Ona bakınca tek bir şekil verebilmenin rahatlığını yaşıyorum. Bazen de durumumu gören ve her an arıza moduna geçebileceğini anlayan eşim durumu devralır, birbirinin neredeyse aynı boy ve ebatta doğrar patatesleri. (Annesi de böyle.) Onda özendiğim şey, mükemmel benzerlikteki patatesler değil; bunlar için düşünmesinin veya çaba harcamasının gerekmemesi.
Tamam orayı da geçtik.
Bazen de tüm bunları düşünüp hatırlayıp “Aferin kızım Esra.” Diyorum, “Tüm bunlara rağmen işin, çocukların, ailen var ve ne kadar zorlansan da pes etmeyip devam ediyorsun.” Eksik kalmasın diye tekrarlıyorum: “Aferin sana.”
İki ayrı defterde -diğerini görünce yaşadığım şok: sen de nereden çıktın?- tuttuğum notlara bakınca, size bir iyi bir de kötü haber verebilirim.
İyi haber: Daha anlatacak çok şeyim var.
Kötü haber: Daha anlatacak pek çok şeyim var.
Migren konusundan bahsederken üzerinde mutlaka duracağım bir konunun, uykunun, yanına doğru gidiyorum.
Yarın biri bana yazıyla ilgili bir yorum yapacak ve ben ona herhangi bir şey demeden önce sakince dönüp yazımı okuyacağım. Hem de ilk sefer okuyor gibi. Aslında bu satırların sahibi ben değilmişim gibi. Çünkü ne yazarsam yazayım duyguyu hatırlayıp satırları unutacağım.
İyi uykular!
Es
Farklı yerlerde zorlansam da ben de bir çeşit dehb'liyim. Ve farklı bir çeşit dehb li olan eşime destek olmaya çalışıyorum. Bazen bakıyorum da çocuklar bizi desteklemeye çalışıyor. Öyle değişik bir ev bizimki😅